Perşembe

MSÜ GSF’de sanat eğitimi ve diploma süreci ile Bienal’in eser ve sanatçı seçme yöntemine dair...

Aşağıdaki yazı Haziran ve Temmuz 1996'da yayınlanan Hürriyet Gösteri Dergisi'nin iki sayısında, giriş bölümü kısaltılarak ve kimi arabaşlıkları değiştirilerek iki bölüm halinde yayınlanmıştır:

Bu yazı, Gençsanat dergisinin Mart 1996 tarihli 19. sayısında, Kemal İskender imzalı “Sanat Eğitiminden Bienale Yolalan Süreçte Türk Sanatının Altı Çizilmesi Gereken Bazı Gerçekleri” başlığıyla yayınlanan yazıya karşı, birkaç cümle eksiğiyle ve “Altı çizilenler gerçek miydi?” başlığı ile yazıldı. Dergi editörlüğüne, aynı sayfalarda yayınlanması istemiyle iletildi.

Yazı, Gençsanat dergisi editörü Doğan Paksoy tarafında okundu ve “yazıdaki çoğu gerçeğe katılsa bile, örneğin derginin ulaştığı Anadolu kentlerinde gözlerini Akademi’ye, sanat ortamına diken herhangi bir insanın asla bilmemesi gereken ve şimdiye kadar da herkes tarafından ortaya çıkarılmaması konusunda anlaşılmış bulunan kimi açıklamaları da içerdiği” gibi nedenlerle, yayınlanamayacağı söylendi. Yasal yollarla sözkonusu dergide yayınlanması için girişime başlarken, arayı soğutmadan bir başka dergide yayınlanmasını istedim.

Gençsanat dergisinin, Mart 1996 tarihli 19. sayısında yayınlanan Kemal İskender imzalı yazıyı okumayanlar için çok kısa bir özet yapılmalı:

Vecdi Sayar, 1.12.1995 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kedi Gözü” başlıklı köşesinde, “klasik akademik çizgiden ödün vermeye yanaşmayıp” yenilikçi öğrenci işlerine karşı “yasakçı kafalarla yaklaşan” ve “kendilerine fena halde tapıp”, öğrencileriyle “mürit” ilişkisi kurduğunu düşündüğü “hocalar”ın, Bienal’e çağrılan genç sanatçılar karşısında “epey sarsılmış olabileceklerini” yazmış. Kemal İskender ise “kişisel olarak alınması gerekmese bile, köklü ve sağlam bir akademik eğitime inananlardan biri olduğuna göre... aldırmadan geçememiş.” Oturmuş, MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi ile eski Akademi arasında “dağlar kadar” olan farkları, “adam resmini adam gibi yapma’yı öğretmekle başladığını” düşündüğü “akademik eğitim anlayışını”, öğrencilerin farklı eğilimlerdeki öğretim üyelerinin yeraldığı şimdiki atölyelerdeki alabildiğine özgür eğitim ortamını ve okulda yeralan “ gevşek olarak nitelenebilecek” ikinci sanat eğitimi anlayışını, “sistem”e karşı olan uyumsuz öğrencilerin “diploma sevdası” konusundaki ilginç fikirlerini (yazıyı okumayanlar bu keyiften mahrum kalmasın diye değinmeden geçemeyeceğim; bu uyumsuzların diploma sevdasının bir nedeni de “dengi dengine eş bulabilmek”miş), “sıradan bir” Bienal ve Batı’nın eteklerine tutunan “ecnebi hayranları”, Marcel Duchamp, Hüseyin Alptekin’in Bienal’de sergilenen işi, “Fluxus Sergisi”,ve Vecdi Sayar hakkındaki pek de hoş olmayan görüşlerini yazmış.

Ancak, yazının ortalarında öyle bir parantez içi açıklama vardı ki, yazıda o paranteze kadar yazılanlar için de, sonra yazılacaklar için de gereken nesnel(!) destek bu açıklamada bulunabilmekteydi. Olduğu gibi aktarıyorum: “(Burda gönderme yapılan olay şudur: Diploma koşullarını yerine getirmediği, yani şu sayıda “nü”, şu sayıda kompozisyon vs. yapmadığı için Hakan Akçura adlı bir Akademi öğrencisi diploma sınavına alınmayarak mezun edilmemiştir. Bu öğrenci çevresindekiler tarafından Rene Block’a empoze edilerek, bienale seçtirilmiş ve sonuçta da tüm bienalin en kötü ve sıradan işini yapmıştır. Ve biz diyoruz ki, bu kimse vaktiyle adam resmini adam gibi yapmayı öğrenseydi eğer, şimdi bienalin en kötü işini yapamazdı.)” (altını çizen K.İ.)

Gereklilik

Baştan söyleyeyim, Kemal İskender’in geleneksel ve çağdaş sanat, sanat okulları, sanat eğitimi vb. konularda düşündükleri üzerine, ona yönelik görüş ileri sürmeyi hiçbir zaman düşünmedim. Bana göre, iç tutarsızlıklarla dolu sığ savunular, saygısız sataşmalar, ciddiye alınmak için ya kişisel takıntılılığa ya çok boş zamana ve aynı türden sığ bir bakış açısına, ya da çok misyoner bir öğretme kaygısına ihtiyaç duyar.

Ressamlığına ilişkin bilgim ise, ne yazık ki, kendi deyimiyle “adam gibi adam resmi..” daha da doğrusu “kuşçu gibi kuşçu resmi yapmayı bildiği” bilgisi ile sınırlıdır. Gördüğüm resimlerinde, becermeye çalıştığını beceren bir ressamdır. Seçiminin, sanatsal eğiliminin ise (onun ve herkesin) asla yargılanabilecek şeyler olduğunu düşünmem. “Eserleri”nin varlık hakkına saygıdan öte bir beğeninin bende oluşmaması da bence kimseyi ilgilendirmemeli.

Daha da ötesi, Kemal İskender’in Bienal’de sergilediğim “Pencere” projemi “kötü ve sıradan” bulması da, “adam resmini adam gibi yapmayı öğrenemediğimi” düşünmesi de , bence herhangi bir sanat etkinliği ve nesnesi karşısında gösterilecek birkaç “beklenilecek” tepkiden biridir.

Sadece sanatsal eleştiride değil hayatın her alanında “kötülük” ve “sıradanlık” gibi nedeni kendinde saklı öznel değerlendirmelerin gücünün, artık o ağızları “otorite” kabul edenlerde bile karşılık bulamadığına ilişkin sanımı da başka bir düzlemde, başkalarıyla tartışmayı tercih ederim. Kemal İskender’le değil...

Peki umurumda olan nedir ve ben bu yazıyı neden yazıyorum?

Umarım herkes benim gibi farkındadır; Kemal İskender, bir makale yazarı ve ressam olmanın ötesinde Resim ve Heykel Müzesi Müdürü ve MSÜ GSF Resim Bölümü’nde atölye sahibi bir profesördür. Ve bu insan, hem Resim Bölümü’nde verilen eğitimin, hem benim diploma sürecimin, hem de Bienal’in eser ve sanatçı seçme sürecinin niteliği konusunda yalan söylemektedir.

Böylesi bir uğrakta, ne öznel olarak benim Kemal İskender’e nasıl yaklaştığımın, ne de görüşlerinin derinliksizliğinin önemi kalıyor; en azından ne yazık ki elinden geçecek gibi gözüken yüzlerce sanatçı adayı karşısında sorumluluğum öne çıkıp bildiğim gerçekleri sıralamak, bir gereklilik haline geliyor.

MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’nde sanat eğitiminin niteliği

MSÜ GSF Resim Bölümü’nde sanat eğitiminin 1986-1995 döneminin tanığıyım. Tanığı olduğum dönemin başları, kendilerine “figüratifçiler” diye isimlendiren ve bugün yönetimde temsil edilen bir grup öğretim üyesi ile onlar tarafından “non-figüratifçiler” diye nitelenen bir diğer grup öğretim üyesi arasındaki, akıl almaz sığlıktaki bir uzun savaşın kızıştığı dönemlerdi. Gazete sütunlarındaki atışmaları izlemekten sıkılmış ve günlerce aramızda tartışıp, Osman Hamdi Salonu’nu şövale ve tuvallerimizle işgal ederek bir bildiriyle tavrımızı, istemlerimizi açıklamıştık. Hatırladığım kadarıyla bildirideki yaklaşımımız ve sıraladığımız istemler şunlardı:

“Figüratif-non figüratif tartışması, çağdaş sanat eğitimine yabancı, çokboyutluluğu ve üretkenliği ortadan kaldıracak hegemonik bir tartışmadır. Resim bölümü öğretim üyeleri, bu düzeysiz ve sığ tartışmayı bir yana bırakarak istemlerimize kulak açmalıdır:

• Sanat eğitiminin olmazsa olmazı olan, Estetik, Uygarlık Tarihi, Sanat Felsefesi, Sanat Sosyolojisi dersleri müfredata yeniden sokulmalı, yetkin öğretim elemanlarıyla bu dersler öğrencilere verilmelidir.

• Sanat Tarihi, Çağdaş Sanat Tarihi ve Türk Sanat Tarihi dersleri slayt gösterimi ve ezberi nitelikli dersler olmaktan çıkarılmalı, işlevli ve yararlı bir hale dönüştürülmelidir.

• Döner atölye sistemi uygulanmalı, atölyeler isimlerle değil numaralarla anılmalı, değişik sanatsal eğilim ve yetkinlikteki öğretim üyeleri ile öğrencilerin dönüşümlü ilişkisi sürekli kılınmalıdır.

• Harçlar, resim malzemesi olarak bize geri dönmelidir.

• Kütüphanenin işlevselliği ve kullanım olanakları genişletilmeli, uluslararası sanat ortamının periyodiklerine abone olunmalı, bir çeviri bürosu kurulmalıdır. Bu konuda atılacak adımları öğrenciler üstlenebilecek durumdadır.

• Atölyelerin ve okulun saat 16’da kapanması uygulaması sona erdirilmelidir.

• Yaz aylarında, atölyelerden ve uygulama atölyelerinden yararlanma olanağı öğrencilere tanınmalıdır.

• Temel sanat eğitiminde, öğretim üyelerinin, öğrenciyle ilişkisiz ve verilen yoğun ödevlerin yapılıp yapılmadığı ile ilgili kalan “bilek kırıcı” eğitimi, yerini, ufku, olanağı, bilgiyi ve tekniği geliştirici bir niteliğe bırakmalıdır.

• Atölye-uygulama atölyesi seçimlerinde, uluslararası ve ulusal dış etkinliklere katılımda ve burs olanaklarının değerlendirilmesinde, torpil, kayırma yöntemleri, yerini, eşitliğe ve açıklığa bırakmalıdır.”

(Bu hatırladıklarım bir-iki eksik içerebileceği gibi, üslup farklarını da içerebilir. Birlikte kaleme aldığımız arkadaşlar, belleğimi hoşgörsünler.)

Bu istemlerin karşılığı okuldaki tanıklığımın son günlerinde bile verilmemişti ve her biri haklı bir istemdi. Herhalde bugün tek değişen, (o da Kemal İskender doğru söylüyorsa) atölyelerin numaralarla anılmasıdır. Bu durumun yine de aldatıcı olduğunu düşünüyorum. Tek bir sanatsal eğilimin, atölye ve bölüm yönetimindeki baskın gücü ve daha önce yaşanan deneyimler yüzünden, bu “gelişme”deki samimiyeti ararken kuşkucu olmak gerekiyor. öncelikle, bilinmeli ki, Özdemir Altan’ın bölüm başkanlığı yaptığı dönemde, döner atölye sistemi kısmen denendi; ama o yönetime geldi diye topluca istifa edip Grafik Bölümü’ne geçen -ve sonra kendi yöntemleriyle yönetime gelip bugüne değin sürdüren- şimdiki egemen anlayış, bu duruma yoğun karşıt bir tepki gösterdi. Yine işin ilginci, yönetim değişip, kendi deyimleriyle “figüratifçi” olan öğretim üyeleri başa geldiklerinde, herhalde o zamanlardan kalan yetkileri, Adnan Çoker, Özdemir Altan ve (kısa bir dönem atölye sahibi olup, o kadar az bir zamanda sorumlu, yetenekli çok sayıda öğrenciyi sanatçı kılan, ardından da apar topar Serigrafi Atölyesi’ne gerisin geri sokulan) Şükrü Aysan’ın yıldırılması için kullandılar. Nasıl kuşkucu olunmasın?!..

Tüm bu sığ Bizans entrikaları sırasında eğitimin asıl öznesi olan öğrenciler kimin umurundaydı? Kimsenin... Bu dönemde, adıyla, gücüyle sürece etkide bulunabilecek arada kalan, suskun kalan (aslında dönüştürücü güçleri de olan) öğretim üyeleri neyi seçti? Zamanın geçmesini... Aslında herkes biliyor; Resim Bölümü, -genel olarak; alınmaması gereken zaten alınmaz- özellikle kadın öğrencilerin (asla sanatçı olamayacakları egemen inancına rağmen ve onunla birlikte) varsa cazibeleriyle daha insaflılarına göğüs gerdikleri, bir aşağılanma, önü tıkanma, belirlenme, sanat piyasası kurallarına tabi kılınma zeminidir. Hiçbir ressam öğretim üyesinin (görebildiğim kadarıyla Şükrü Aysan hariç), öğrenciye ayırması -en azından- işi gereği olan zamanın onda birini ayırmadığı, böylesi bir zemine seçilip de gelen araştırma görevlilerinin öğrenci gözetmeni kılındığı, asla nitelikli sanat eğitiminin verilmediği bir yerdir. Çok açık söyleyeyim; bölümü kazanan her öğrencinin bana bölümün niteliğine dair soru sorduğu her uğrakta hep aynı cevabı verdim: “Burada ne öğrenecekseniz okula rağmen öğreneceksiniz; tartışmak, bire-bir ilişki kurmak istediğiniz insanları seçin; kendi kaygınızı biçimleyin; okula rağmen geleneksel ve çağdaş sanatı kuramsal ve pratik olarak öğrenin; çok sinemaya gidin (Adnan Çoker film gösterimi-müzik dinletisi yapıyorsa mutlaka katılın); daha çok Özdemir Altan’ın önayak olduğu öğrenci değişim programlarına ve konferanslara ilgi duyun; yüksek lisans öğrencilerine verilen dersleri izlemeye çalışın; hepsi lisans öğrencilerine verilmesi gereken bilgilerdir; gelen her yabancı sanat öğrencisiyle ilişki kurun; sokmasalar da heykel atölyesine, grafik, seramik bölümlerine uğrayın, arkadaşlar edinin; mutlaka yabancı dil öğrenin; asla öğretim elemanlarının eğitmen kimliğine çok güvenmeyin; idari konularda her an satılabilirsiniz. Onların çoğu için bölüm yönetiminin, varsa sultalıklarının dengeleri her zaman sizden daha önemlidir.”

Evet, MSÜ GSF Resim Bölümü’nde sanat eğitiminin niteliği budur. Ve artık ne yazık ki, bu “sanat eğitimini” yönetenler, çağdaş sanatın düşmanıdır ve yaygın olarak etkindir.

Neden ve nasıl mı?

Neden’ini anlatmak bu yazının konusu olmasın, çok uzun; sadece hangi öğretim üyesinin kaç yılda ve hangi yöntemlerle bulundukları konumlara geldiklerini (sadece örnek olabilir diye mesela Kemal İskender’in), hangilerinin yıllardır neden asla yükselemediklerinin cevabı aransa bile aydınlatıcı olabilir... Ama nasıl’ını kendi pratiğim ışığında yazmam artık gerekli...

Diploma sürecimin niteliği

Bu kez uzun bir alıntı sunacağım size. Diploma sınavımın “değerlendirmeye alınmaması” uygulamasının hukuk dışılığını gerekçelendirdiğim ve aynı anda hem fakülte, hem üniversite yönetimine sunduğum 31.1.1995 tarihli ilk dilekçenin, süreci öykülediğim ve taleplerimi sıraladığım bölümü... (Bu ve ardından verdiğim diğer üçünde de fakülte ve üniversite kurulları istemlerimi haklı bulmadığını belirtti. Bu arada dilekçeye karşı verilen red kararını, okumayarak imzaladığını, sonradan beni yanına çağırıp özür dilerken açıklayan, ama sözkonusu durumdan sonra bir geriye dönük düzeltmeyi -beni haklı bulsa da, dengeler yüzünden- yapamayacağını söyleyen, umudumu Üniversite Kurulu’na saklamamı öneren bir “dekan”la da tanıştım. İdare Mahkemesi’nde açacağım davayı ise gün farkıyla kaçırdım.) Evet, aktarıyorum:

“... Fakültemiz Resim Anasanat Dalı, diploma projelerinin konusunu ve tekniğini içerik ve biçim ölçüleri ile belirleyen dünyadaki tek resim anasanat dalıdır. Fakültenin kendi tarihindeki uygulamalarla karşılaştırıldığında görülecektir ki, onyıllar boyunca yürütülen “diploma projesinde serbest”“ ilkesiyle, bu eski zaman bile, bugünden ileri ve çağdaş bir düzeydedir.

Geçtiğimiz yıllarda başlatılan “konulu diploma projesi -hatta proje bile denmeyip resim denmektedir-” zorunlu uygulamasında, bu yıla kadar, konular, “İstanbul”, “Bahar” gibi en azından geleneksel tasvirci pentür sanatı dışında sayılan sanatsal yaklaşımların da “iş” üretebilmesine olanak sağlayan bir genişlikte saptanmıştı.

Bu yıl ise, “Kuvva-yı Milliye” gibi, ülkedeki siyasal tartışmaların doğrudan içinde yeralan “özel”likte bir konu belirlenerek, geleneksel tasvirci pentür sanatı dışındaki sanatsal yaklaşımların “iş” üretmesinin neredeyse olanaksızlaştırıldığı bir seçimle karşı karşıya bırakıldık. Eskiz aşamasında “bir kenarı 50 cm. civarı”, diploma sergilemesi aşamasında enaz ölçüsü “89X116 cm.” gibi ifadelerle belirlenen biçim talepleriyle üretim sürecimiz yönlendirildi. Tüm bu yaratım ve üretim sürecini kısıtlayan olumsuzluklara rağmen, diplomaya yönelik proje eskizim, 26 Aralık 1994 tarihinde jüriye sunuldu ve onaylandı.

Diploma projem, bir fluxus sanat etkinliğiydi. “Kuvva-yı Milliye, Kuvva-yı Seyyare ve Yeşil Ordu’dan düzenli orduya” (Yeniden üretilen savaş tasvirleri) adını taşıyordu. Diploma sergilemesi sırasında talep edilen “tek resim”e uzun bir üretim süreci ile ulaşılıyordu: 60 ayrı Kurtuluş Savaşı muharebe-istihkam krokisi ve 12 ayrı yazılı belgeden, 60 ayrı resim-sanat nesnesi üretmek ve ardından bu ayrı 60 resim-sanat nesnesinin toplamından bir sentez resime ulaşmak.

Jürinin uzun eskiz değerlendirmesinde karşılaştığım “belki de içeriğin boşaltıldığı” ve “yapılan bu şeyin sanat olup olmadığı” yollu sorgulamalar, diplomadaki uygulamanın ilk neden-cümlelerini kapsıyordu.

20 ocak 1995 günü diploma sergim, o gün sunulan tüm sergilemelerden farklı ve kapsamlı bir elealışı somutluyordu.

İstenen 1 “diploma resmi” karşılığı olarak:

60 savaş krokisi, 12 belge ve bunlardan üretilen 60 resim-sanat nesnesi ile birlikte 126X300 cm. ebadındaki son resmimin yeraldığı, toplam 133 elemandan oluşan konulu projem...

İstenen 3 “nü” ve “bir kenarı 116 cm.den küçük olmayan bağımsız kompozisyon”un karşılığı olarak:

İçinde üç nü’nün de yeraldığı iki değişik ebadı içeren (5 adet 80X100 cm. ve 5 adet 25X35 cm.) 10 ayrı resim-sanat nesnesinden oluşan “Kent Resimleri” projem... (Şimdiki haliyle, 23 ayrı kenti kapsayarak genişleyen bu seri, olağanüstü bir terslik olmazsa, Haziran ayında, Habitat II STK Forumu “96 etkinlikleri kapsamında ÜTÜ Taşkışla Binası’nda sergilenecektir.)

İstenen 7 bağımsız resime karşılık olarak:

10 ayrı 50X70 ebadındaki sanat nesnesinden oluşan “Invertebrates (Omurgasızlar)” projem... (Bu proje, 1995’te ilki gerçekleştirilen “Genç Etkinlik”te de sergilendi.)

İstenen yetkin bir uygulama atölyesi üretimi örneğine karşılık olarak:

“Soğukkanlı Omurgalılar-1” adlı foto-gravürüm sergileniyordu.

İstenen biri çağdaş, biri klasik döneme ait iki “kopya” ise şu ardışık üç nedenden dolayı sergide yeralmıyordu:

İzlediğim tüm diploma jürileri tarafından bilinirdi ki, hiçbir öğrenci “diploma”ya, en azından müfredat yüzünden, onlarca kopya üretmeden gelemezdi. Bunu bilen tüm jüriler, “kopya”yı göstermelik olarak isterler...di.

Diploma değerlendirmesinin kapsamının açıklandığı tarih olan 15 Aralık ile 20 Ocak arasındaki zamanı, bazıları onlarca anlamlı seansın sonunda üretilmiş sanat tarihi klasiklerinin yetkin kopyalarının da üretilebileceği bir zaman olarak görmem olanaksızdı.

Genellikle bu olumsuzluğu aşmak için yeğlenen iki yöntem, yani, bir başkasına kopya ürettirmek ya da yıllar önce ürettiğim kopyaları bugünüme maledip sergilemek ise seçmeyeceğim çözüm yollarıydı.

Diploma projem, Prof. Dr. Neşe Erdok’un isteği üzerine, Jüri Başkanı Prof. Dr. Özer Kabaş tarafından, “kopyalarımın ve nü’lerimin eksikliği” gerekçe gösterilerek “değerlendirmeye açılmamıştır”.

Ancak bu uzun girişle açıklanabilen bu dilekçemin özü ve talepleri şunlardır:

Olası önkoşulları ve varlık nedeniyle hiçbir yasa ve yönetmelikte öngörülmeyen “diplomanın değerlendirmeye açılmaması”, hukuk-dışı bir uygulamadır.

Bu hukuk-dışı uygulamayı gerçekleştiren Diploma Jürisi, beş asli, iki yedek üyesinden yoksun, dolayısıyla değerlendirmeleri yapmaya yeter sayısı olmayan ve bu eksikliği, isimleri 13.12.1994 tarih ve 533/80 sayılı Resim Bölüm Başkanlığı belgesinde yeralmayan araştırma görevlileri ile giderilmeye çalışılan bir jüridir.

Diploma projemin “değerlendirmeye açılmamasının” asal nedeni, bana ve onlarca tanığa göre, ilk kez bu denli ortak bir sanatsal tavır (“tasvirci pentür resmi”) çevresinde birleşen jüri yönetiminin, projemin varlık bulduğu sanatsal yaklaşıma subjektif tepkisidir. (Yine bir parantez içi notu; yeralmayan asli jüri üyelerinden biri de bizzat Kemal İskender’dir.)

Konuyu ve resim biçim özelliklerini kabul etse bile, dayandığı “konsept” ve sanatsal tavrı ile “pentür sanatını sorgulayan” projemin bu niteliği, değerlendirmeye girişemeyen jüri yönetimi tarafından baştan dıştalanmıştır.

Toplam 12 resmin istendiği bir diplomada, iki kopya ve varlığı o önyargılı gözlerle görülemeyen nü’lerin eksik olduğu gerekçesiyle, toplam 154 sanat nesnesinden oluşan bir sunumu “nicel olarak yetersiz bulabilmek”, ancak bu subjektif tepki ve saldırganlığın ürünü olabilir.

Dekanlığınız, Ekim 1995’te, ülke tarihinin en önemli sanat etkinliklerinden biri olacağı şimdiden görülen, ”İstanbul Bienali” öncesi, ulusal ve uluslararası platformda, MSÜ GSF’nin “çağdaş sanatı reddettiği” suçlamasıyla karşı karşıya kalmasını engellemekle yükümlüdür.

Sanatsal gericiliğin ve dargörüşlülüğün, hukuk-dışılığın fütursuzluğuyla, karanlık bir geleceği getirmesine engel olabileceğinizi umuyor, atacağınız bir ilk adım olarak sizden,

20 Ocak 1995 tarihindeki “diplomanın değerlendirmeye açılmaması” uygulamasının hukuksal dayanaksızlığı ve geçersizliğinin tesbitini,

5 asli, 2 yedek üyesi eksik bir jürinin bu karar da içinde olmak üzere “değerlendirme yapma ve karar üretebilme yeterliliğinin olup olmadığının” tesbitini,

“İki kopyası eksik olan” diploma projemin, bu subjektif uygulamanın öznelerini içermeyen, yeniden oluşturulacak sanatsal yeterliliği saptamakla yetkili ve görevli tarafsız bir jüri tarafından değerlendirilmesini talep ediyor, saygılar sunuyorum.”

Gerçek bu...

Yani Kemal İskender’in neden olarak gösterdiği “Diploma koşullarını yerine getirmediği, yani şu sayıda “nü’, şu sayıda kompozisyon vs. yapmadığı için” gerekçesi de, “diploma sınavına alınmadığım” açıklaması da doğru değil.

Diploma sınavı, 13.12.1994 tarih ve 533/80 sayılı Resim Bölüm Başkanlığı belgesine göre, diploma sergilemesinden günlerce önce zaten başlamıştı; sözkonusu olan, bu sınavın, sergilemeye ilişkin ve değerlendirmenin (olumlu ya da olumsuz, ama bir değerlendirmenin) yapılması gereken bölümüydü. Benzetmem gerekirse, sınava girip de sınav kağıdı teslim alınmayan bir öğrenciydim.

En azından, bu dilekçedeki taleplerimin, bir “diploma sevdası”nı içermediği, ama “bir tespit ve değerlendirme sevdasını” içerdiğini görmektesiniz. “Dengi dengine bir eş” bulmak için, aynı zamanda hakkını arayan bir insan olmak gerekiyor bu zamanda, ne yapayım!

Kısa bir anekdot daha aktarmadan geçemeyeceğim: “Almanya’da Fluxus” sergisinin açılışında, galeride dolaşırken Resim Bölüm Başkanı Özer Kabaş yanıma gelip, “N’aber asi çocuk!.. Ne zaman çıkacaksın?” diye sordu. 6-7 aydır ilk karşılaşmamızdı. “Bienal’e mi?” dedim. “Hayır, Diploma’ya...” Tek cevabım vardı: ”Herhalde sizler yönetimden uzaklaştığınızda.” “Haaa...” dedi, “demek sen bunu bir reklam aracı yapacaksın.” Hiç aklıma gelmemişti; “sadece sorunuza cevap verdim” dedim. Sonra üzerine düşündüğümde ise, anladım ki, Resim Bölümü Yönetimi artık onlardan diploma alabilmiş olmanın -ne yazık ki- kötü bir referans olabileceğini benden önce anlamıştı.

Bienal’in eser ve sanatçı seçme sürecinin niteliği

1 Kasım 1995 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde “Işığın ve zamanın takipçisi” başlığıyla yayınlanan, Emre Koyuncuoğlu’nun benimle yaptığı söyleşiden bu sürecin gerçeğine ilişkin cevabımı aktarıyorum:

İstanbul Bienali’ne katılımın nasıl gerçekleşti? Hiç sergi açmadın. Değerlendirmeye nasıl aldılar seni?

Akçura: Fluxus’un mimarlarından, Beuys’un arkadaşı ve destekçisi Rene Block’un sanat yönetmenliği ile bu bienalin niteliğinin örtüşmesi, benim için çok önemliydi. Ben bir diploma öğrencisiyim. Diploma sergim, sanatsal tavır farklılığından dolayı değerlendirmeye alınmadı.

Katıldığım iki karma sergi dışında düzenlediğim kişisel bir sergim yok. Ama projelerime güveniyordum. Tüm bu özelliklerimi anlatarak Rene Block’a sordum, “Bienal’e başvursam herkes kadar şansım olur mu?” Bu özelliklerimle, Türkiye sanat ortamının dinamiklerinin belirlediği herhangi bir etkinliğin düzenleyicisine asla soramayacağım bir soruydu bu. Block’un cevabı çok net oldu: “Sanatçının etiketini değil, projesini seçeceğiz.” Ama benim gibi, sanatsal dizgesini izleyemediği bir sanatçının tüm potansiyelini ve geri planını katacağı, “güçlü, özgün ve nitelikli bir proje sunması gerektiğini” söyledi. Bienal’e üç proje sundum. Kapsam, kavram ve teknik olarak farklı referanslara dayanan ve bence oluşturduğuyla Hakan Akçura’ya ulaştıran. Üç buçuk saat üzerinde konuştuk. Bence çok gerekli olan sorular sordu ve tartışılması gereken şeyler tartışıldı. 9 yıl eğitim gördüğüm fakültede, hiçbir sanat etkinliğim üzerinde hiçbir öğretmenimin harcamadığı bir emek bu. Belli bir süre geçtikten sonra da diğer katılımcılarla birlikte “Pencere” ve ben, Bienal’e davet edildik.”

Dikkat çekilesi bulduğum şu; üslubu yine atlayalım -inanın gerçekten önemli değil-, Kemal İskender, zaten “iki dudağının arasına bakılan bir ecnebi” diyerek yeterince -ve ırkçı bir vurguyla- aşağıladığı Rene Block’un, neden projemi ve beni, ancak “çevremdekiler tarafından (kimler; çok merak ettim) empoze edilince”, onun gönülsüzlüğüne rağmen “seçmek zorunda kalacağını” düşünüyor? O, aslında zaten “kötü ve sıradan” seçimleri yapan, dolayısıyla beni de doğallıkla seçebilecek olan bir “ecnebi” olmanın ötesinde, her gittiği ülkede ne yapacağı dikte edilen bir korkuluk mu, aynı zamanda? Breh breh, benim ve “çevremdekiler”in gücüne bakın; Block’u idari memurumuz kılmışız da haberimiz yok!

Altı bence çizilmesi gereken gerçekler şimdilik bunlar... Vesile oldu diye, Kemal İskender’e teşekkür ederim. Ama sözkonusu anlayışın MSÜ GSF Resim Bölümü ve Resim ve Heykel Müzesi yönetiminde olduğunu beş-altı kez altını çizerek, yeniden vurguluyorum. Bildiği gerçekleri, sanatsal geleceği ya da konumlanış dengeleri ya da salt huzurları için açıklamayan herkesi, MSÜ GSF öğrencilerinin bugünkü ve yarınki yüzlerinin karşısına davet ediyorum. Öğrenciler, siz ise zaten ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. Belki de sadece cesarete ve birliğe ihtiyacınız var; bir de özgünlük ve niteliğin öne alınacağı soluklu bir sanat ortamının, size de ihtiyacı olduğu bilgisine...

Not: Yazıyı yayınlanması istemiyle, Gençsanat’a (Teşvikiye sanat Galerisi’ne) gittiğimde, derginin daha önce çıkan ve bende olmayan dört sayısını satın aldım. Bunlardan birinde (Aralık 1995 tarihli), yine Kemal İskender imzalı “Hırdavat Estetiği” başlıklı bir başka yazıda da, bu kez ismim anılmadan benden ve diploma sürecimden bahsedildiğini gördüm. Yine saygısız ve sığ üslubuyla, ibret vesikası olacak bir yazı... Gerek o yazıda, gerekse yukarıda anılan yazıda, sürekli gündeme getirildiği için, bir konuya daha, çok kısaca değinmeden geçemeyeceğim. Yazarın sorusu basit: Madem bu kadar uyumsuzum, niye diploma sevdasındayım? Sanatçı olmak için illa Akademili mi olmak lazım? Kendi cevaplarını (benim adıma) yazar vermiş. Çok düzeysiz; anmaya bile değmez, merak eden okur. Ama yine merak eden olur diye, benim cevaplarım:

Akademi, eşyanın doğası gereği, sadece akademistlerin yeralabileceği, yeralması gereken bir yer değil... Öğretim elemanlarının ve öğrencilerin sanatsal yaklaşımı homojen olmadığı gibi, yıllardır klasik akademizmin ötesine geçen eğilim, tutum ve işler, dünyanın dört bir yanındaki akademiler gibi MSÜ GSF’de de varlık olanağı bulup, alanlarını genişletebilmişler...

Ayrıca akademiler, her öğrencinin (eğer önceden bir seçimi yoksa) sanatsal tavrını hangi zeminde akıtacağını zamanla belirlediği kurumlardır. Öyleyse bakalım; varoluşum ve zamanla belirlediğim sanatsal tavrım netleştikten sonra neden kurumdan ayrılmamışım?

Öncelikle, benim için, mücadele ile öğrenmenin tadı ve kazandırdıkları, bazıları belki bilmez, her zaman yeğlenilesidir. Ayrıca, bu mücadeleye bir yandaş olarak katılmasını (elbette) beklemediğim kimi atölye hocalarımın sanat eğitimime seyrek ama derin katkısına sırt çevirmeyi ise hiç doğru bulmadım. Ardından bana göre, yüzlerce öğrencinin bir başka anti-akademik sanat zemininin olmadığı koşullarda, sanat eğitiminin zorunlu seçimi olarak yeraldıkları bir okulda, varoluşumun rengi, kendime ve arkadaşlarıma karşı sorumluluğu içerir. Bu sorumluluğun en son karşılığı ne? Sanatsal tavrından ödün vermeden, “hak”kın olan diplomada nasıl yeralacağını saptamak. Onların, aslında neyi istediklerini çok iyi bilerek, konu ve teknik dayatmalarına da “peki” denilerek (bu benim seçimim; bir başka ayrıkotu başka bir yöntem elbette seçebilir), kolay kolay onca tanığın önünde diploma vermemezlik edilemeyecek bir sunum gerçekleştirmek. Sonuç ortada...

Yüzlerdeki maskeler düşer, egemen anlayışın acizliği, o kurumu ve ellerindeki olanakları hangi yöntemlerle kullanabilecekleri gerçeği ortaya çıkar. Az şey mi?..

Diploma mı? O gün de, bugün de, onların sandıkları düzlemde hiç mi hiç umurumda değil. Bir gün, Osman Hamdi Salonu’nda yeni bir sunum yaparsam, bunun da nedeni, yukarıdaki dizgeye yeni bir halka eklemekten başka bir şey olmayacak. Zaten, bunu bilirler.

Hakan Akçura

Hiç yorum yok: